Bu ay sonunda yapılacak Oscar töreni yaklaştıkça Oscar adayı filmlerin birer ikişer bizde de vizyona girişi hızlanıyor. En İyi Film dahil altı dalda Oscar adayı olan ve dün vizyona giren Yaşamın Kıyısında (Manchester By the Sea, 2016); “Oscarlık” filmlere dair pek de temelsiz olmayan önyargılarımıza aykırı biçimde gerçekten de çok ama çok iyi bir yarı-bağımsız Amerikan yapımı. Deniz kıyısındaki bir kasabada yaşayan ağabeyinin ölümü dolayısıyla yeğeninin vesayeti üzerine kalınca kapıcı olarak çalışmakta olduğu şehirden bu kasabaya yıllar sonra geri dönen Lee isminde genç bir erkeğin öyküsünü perdeye getiren Yaşamın Kıyısında, “zaman, bütün yaraları tedavi eder” söylemini sorgulayan, hatta daha doğrusu bu söylemi reddeden, “bazı yaralar öyle zamanla bile kolay kolay kapanmaz” hissiyatını geçiren bir dram. Lee, boşanmış olduğu karısının da yaşamakta olduğu bu kasabada geçmişteki bir trajedinin anılarının mekanına dönmüş oluyor ve onun aslında neden yaşam coşkusunu yitirmiş, içinde her an patlamaya hazır bir öfke barındıran bir kişi haline gelmiş olduğunu anlıyoruz. Yaşamın Kıyısında perdeye getirdiği dramı usulca açımlıyor ve anca filmin sonuna doğru, özellikle eski karısıyla sokakta karşılaştıkları o inanılmaz sahnede, boğazınız düğümlenmeye başlıyor ve film bittiğinde başkarakterin acısını yüreğinizde hissederek salondan ayrılıyorsunuz.
Toni Erdmann
Yaşamın Kıyısında’nın haftanın açık ara en iyi filmi olmanın ötesinde bu yılın en iyi filmlerinden biri olmasına karşın özellikle yeni nesil çelik çekirdek sinemaseverler nezdinde haftanın öne çıkan filminin ise Alman yapımı ve Oscarlarda “Yabancı Dilde” (İngilizce dışındaki bir dilde) En İyi Film adayları arasında yeralan Toni Erdmann olduğu söylenebilir. Uluslararası Film Eleştirmenleri Federasyonu (FIPRESCI) tarafından 2016’nın En İyi Filmi seçilmiş olan Toni Erdmann ülkemizde daha önce Adana Film Festivali’nde ve Filmekimi’nde gösterilmiş ve fanatik denilebilecek bir hayran kitlesi oluşturmuştu. Dişlek takma diş ve peruk takarak “komik” bir görünüm kazandığını düşünen bir karakterin sürekli perdede arzı endam ettiği, üstelik 162 dakika süren bir film benim için ızdırap derecesinde bir seyir deneyimi yaşatmıştı ancak mizah, beğenisi son derece öznel bir mecra olduğu için Toni Erdmann’ı eğlenceli bulanlara hiçbir itirazım yok (Adana’daki gösteriminde salonda sanırım benden başka herkes sürekli gülmekten kırılıyordu). Fakat sözkonusu filme eğlenceli olmanın ötesinde bir takım başka değerler atfedilmesine ise ciddi itirazlarım var.
Toni Erdmann’ın konusu ilk bakışta şöyle özetlenebilir: Kapitalizmin çarkları içinde başarılı olmaya kendini adamış ve bu uğurda babasını ihmal etmek dahil yaşamın insani yönlerinden feragat etmiş genç bir kadının, babasının sevimli müdahaleleri ile duyarlılık kazanmasının öyküsü. Ancak filmin anlatısının mazrufunu, kendini paketlediği bu zarfın ötesinde kurcaladığımızda ise bu öyküyü şöyle özetlemek de mümkün: Bir babanın, kızı büyüyüp kendi hayatını kurduktan sonra dahi onun yakasından bir türlü düşmeyip kızının hayatına sürekli karışmasının ve genç kadının sonuçta pes etmesinin öyküsü. Hatta anlatının detaylarına dikkatlice baktığımızda şunu da görmek mümkün: Patolojik düzeyde ilgi müptelası yaşlı bir erkeğin, kendi yaşamındaki boşluğu ve yalnızlığını telafi etmek için baba-evlat ilişkisini de istismar ederek kendisine ilgi gösterilmesini empoze etmesinin öyküsü. Bu arada, filme eleştirel yaklaşabilmiş nadir bir yabancı eleştirmenin de dikkat çektiği üzere, Toni Erdmann’ın evlenip “yuva kurmaya” yönelmek yerine kariyer yapmaya odaklanmış kadınların yaşamının mutsuz olduğuna dair hegemonik önyargılarla uyumlu oluşu da farkedilebilir, farkedilmeli.
Peki yine de filmde bir “kapitalizm eleştirisi” yok mu? Tabii ki kısmen var: İşletmelerin “yeniden yapılandırılmasına” yönelik danışmanlık yapan genç kadının mesleği, kapitalizmin en çirkin veçhelerinden birinin unsuru. Ancak babasının kızına müdahalesi, mesleğinin içeriğiyle ilgili değil, kendisini işine gücüne kaptırmış olmasıyla ilgili. Yani genç kadın, farzımuhal bir hayır kurumunda çalışıyor ve kendini bu işe kaptırmış olsa da babasının “sevimlilik” kisvesi altındaki –cinsel olmayan- tacizlerinin ve dayatmalarının hedefi olacaktı. Peki bir insanın, mesleği ne olursa olursa, iş odaklı bir yaşam sürmesinin onu tek boyutlu bir insan haline getirmiş olmasına işaret etmek de ilerici bir eleştiri değil mi? Elbette ama bir koşulla: bu eleştirinin yönlendirdiği, ima düzeyinde de olsa işaret ettiği alternatifin ne olduğuna bağlı. İş odaklı yaşamın tek boyutluluğunun yok ettiği ve yeniden canlandırılması gereken alternatif yaşam seçeneğinin kakarakikiriden öte anlamlı, ruhen zenginleştirici bir yaşam olmasına bağlı. Bu minvalde ise Toni Erdmann’ın alternatifinin kakarakikiriden ibaret olduğunu söylemek belki filme haksızlık olabilir ama ne olduğunun net olduğunu iddia etmek de abartıya kaçmak olacaktır.