Geçen yılın en iyi filmlerinden biri Fransız sinemasının son 20 yıldaki en önemli yönetmenlerinden François Ozon’un kendi filmografisi içinde sıradışı bir yer tutan savaş-karşıtı draması Frantz’dı (2016). Bu yılın en iyi fillmlerinden biri de Ozon’un dün ülkemizde Başka Sinema zinciri üzerinden altı şehirde toplam 23 salonda vizyona giren yeni filmi Tutku Oyunu (L’amant double). Dünya prömiyerini bu yılki Cannes Film Festivali’nin ana yarışma bölümünde yapan (ama Cannes’dan ödülsüz dönen) Tutku Oyunu’nu, dünya sinemasının en seçkin örneklerini ülkemize getiren ithalatçı-dağıtımcı Bir Film sayesinde ABD ve Britanya dahil dünyanın pek çok ülkesindeki sinemaseverlerden önce izleme şansı bulmuş durumdayız.
Ozon’un orijinal adı “Çifte Aşık” anlamına gelen bu filminin Türkçe adı aslında kısmen yanıltıcı; film, son derece cüretkar erotik sahneler içerse de Türkçe adının çağrıştırabileceği tarzda konvansiyonal bir erotik film değil, yer yer gerilim minvaline girmekle ve hatta neredeyse korku minvaline yaklaşmakla birlikte, aslında psikolojik bir muamma filmi. Ozon’un, Joyce Carol Oates’in “Rosamond Smith” takma adıyla yazdığı Lives of the Twins (1987) adlı romanından bir hayli serbestçe uyarladığı Tutku Oyunu, son derece yakın plan çekimle perdeye gelen bir jinekolojik muayene sahnesiyle açılıyor. Karın ağrılarından şikayet eden Chloe adında genç bir kadın, kendisinde fiziksel bir sorun tespit edilememesi üzerine ağrılarının sebebinin psikolojik olduğu düşüncesinden hareketle bir terapiste yönlendiriliyor. Kısa süreli ve başarılı geçen bir terapi sürecinin ardından Chloe, karşılıklı romantik bir çekimin gerçekleştiği Paul ismindeki terapistiyle sevgili olarak birlikte yaşamaya başlıyor. Ancak Paul’ün kendisinden gizlediği Louis isminde bir ikizinin varolduğunu ve üstelik Louis’in de terapist olduğunu keşfeden Chloe, önce yeni sevgilisinin bu ikizini kendisinden neden gizlediğini öğrenebilmek maksadıyla Louis’den randevu alıyor, bilahare kendini Louis’le cinsellik odaklı bir ilişki içinde buluyor. Bu arada kendisine evlenme teklifinde bulunmuş olan Paul’ün, ondan çok farklı mizaçtaki, örneğin çok daha agresif ve baskın bir kişiliğe sahip olan Louis’le ortak geçmişlerindeki sırrın izini sürme çabaları Chloe’yi yıllardır yatalak durumdaki genç bir kadının hasta odasına kadar götürüyor….
İlk bakışta David Cronenberg’in aynı kadına aşık ve her ikisi de jinekolog olan ama birbirlerine zıt mizaçlardaki ikiz kardeşlerin trajik öyküsünü perdeye getirdiği Ölü İkizler (Dead Ringers, 1988) filmini bir hayli çağrıştırıyor Tutku Oyunu. Konunun ana çatısının benzemesi bir yana, Cronenberg sinemasındaki muadillerini aratmayan bazı grotesk sahneler de içeren Tutku Oyunu -ilk bakışta!- Ölü İkizler’in ikizleri değil de onların arasında kalmış kadın karakteri odağa alan bir varyantına benziyor. Ancak bu benzerlikler bir yana, Tutku Oyunu daha çok David Lynch sinemasına ve bu arada Ozon’un ilk dönem filmlerinden bazılarına (burada adını anmayacağım özellikle birine) yakın bir çalışma, temel derdi açısından ise Ozon’un bir önceki filmi Frantz ile aynı değil ama bir hayli yakın bir yerde duruyor, her iki film biçimsel ve anlatım olarak dünyalar kadar ayrı olsalar da.
Tutku Oyunu’nu, konusunun içerdiği muammanın finalde ortaya çıkan çözümünü ele vermeden tam olarak ve hakkıyla açımlamak olanaksız. Dolayısıyla Tutku Oyunu ve benzeri filmlerin üzerinde yükseldiği temel çerçeveyi kısaca anımsatmakla yetineceğim öncelikle. Ayrıntılarına ve nüanslarına burada girmek gereksiz ama çok kabalaştırma pahasına kısaca ifade edecek olursak psikolojinin, özellikle Freud tarafından geliştirilmiş, temel bir saptaması bireyin kendisi için endişe kaynağı durumlar karşısında “aktarım”, “yer değiştirme”, “yansıtma” ve benzeri savunma mekanizmaları geliştirdiğidir, bu savunma mekanizmalarının bazıları, hatta çoğu, gerçeklikle belli ölçülerde kopuşu, yer yer bir “hayal dünyasına kaçışı” veya daha doğru bir ifadeyle farkında olmadan hayal dünyasına belli ölçülerde kaymayı içerir. Sinemada yukarıda andığım örnekler de bireyin yaşadığı zorlukları, çelişkileri, bu zorluklar, çelişkiler karşısında farkında olmadan kaydıkları hayal dünyalarını içeriden bir bakışla perdeye getirme üzerinden yansıtma üzerine kurulu filmler. Nitekim bizzat Ozon, Tutku Oyunu hakkında kendisiyle yapılan bir söyleşide “filmlerim her zaman, gerçeklikle başa çıkabilmek için fanteziye duyduğumuz ihtiyaç üzerinedir” diyor, Ozon’un bu ifadesinin fazla bir genelleme içerdiğini düşünmekle birlikte tüm Ozon filmleri için değil ama özellikle Tutku Oyunu için geçerli olduğunu söyleyebilirim. Ancak, belki çeviride belli bir nüansın kaybolmasından, belki Ozon’un spontan söyleşi içinde kendisini tam olarak doğru ifade edememesinden veya belki de Ozon’un konuya kısmen hatalı yaklaşımından kaynaklı olarak bu önermenin ifade ediliş biçiminde fantaziyi “ihtiyaç” olarak tanımlama açısından biraz çubuğu fazla bükme olduğunu da eklemeden edemeyeceğim; örneğin David Lynch sineması, fantazinin en vahim dertlere son tahlilde “deva” olamayacağına işaret etmekte yerden göğe kadar haklıdır.
Konuyu dağıtmadan Tutku Oyunu’na dönecek olursak, bu filmde “hayal dünyasına” kayan karakterin böylesi bir kaymaya uğramasına yol açan durum, başka sebeplerin yanısıra, yaşadığı bir çeşit suçluluk duygusuyla ilgili ki bu da Tutku Oyunu’nun Frantz ile kısmen örtüştüğü nokta. Bu suçluluk duygusu, Tutku Oyunu’nundaki sözkonusu karakterin bağlamında istemeden de olsa, bir mağduriyete sebep olmuş olmakla ilintili. Ve Tutku Oyunu’nun, mağdur olan ile mağdur olmayan-mağdur eden özneler/kimlikler/pozisyonlar ile erkek(si) ve kadın(sı) varoluş/kimlikler arasındaki bağlantıya da aslında işaret etmesi sözkonusu.
Kuşkusuz Tutku Oyunu’nu yazının başında dile getirdiğim üzere yılın en iyi filmlerinden biri olacak kadar kalburüstü yapan özellikleri yukarıda, filmin konusundaki muammanın finaldeki çözümünü ele vermemek adına örtük biçimde de olsa açımlamaya giriştiğim “derinliğinden” ibaret değil, filmin “yüzeyi” de, görsel dokusu başta olmak üzere, son derece usta işi biçimde tasarlanmış ve işlenmiş. 1960’ların ve ‘70’lerin unutulmaz simalarından Jacqueline Bisset’nin filmde küçük ama kritik bir yan rolde yeralması da işin cabası.
Barry Seal: Kaçakçı
Reagan döneminde ABD’nin Nikaragua’daki karşı-devrimcilere silah ve eğitim verme örtülü faaliyetlerinde “piyon” olarak çalışan ve bu esnada uyuşturucu kaçakçılığı da yapan sivil bir pilotun gerçek öyküsünü perdeye getiren Hollywood yapımı Barry Seal: Kaçakçı’yı (American Made); Amerikan dış politikasının ve/veya “derin devletinin” eleştirisini içeren bir film olarak görebilmek ancak kısmen mümkün. Barry Seal: Kaçakçı, özellikle son çeyreğinde siyasetçilerin “ikiyüzlüğünü” teşhir etmesine ediyor ama son tahlide esas vurgusu ve duygusal yatırımı bir Amerikan vatandaşının hayatıyla “nasıl oynadıkları” üzerine; böyle olunca da, kendisine dair kendi ifadesiyle “düşünmeden atlayan” bir mizaca sahip olan Barry Seal için sonuçta “su testisi su yolunda kırılır” diye umursamamaktan kendini alamıyor insan!