Bu yıl Istanbul Film Festivali’nde En İyi Yönetmen ödülü dahil dört ödül kazanarak festivalin ödül rekortmeni olan TRT destekli Kalandar Soğuğu, Başka Sinema zinciri üzerinden Istanbul’da beş, Ankara ve Trabzon’da birer salonda dün gösterime girdi (*). Türkiye’nin Oscar adayının belirleneceği önümüzdeki günlerin arifesinde vizyona giren Kalandar Soğuğu’nun bu yarışta favoriler arasında yeraldığı ifade ediliyor. Karadeniz ormanlarında, dağlarında çekilen Kalandar Soğuğu gerçekten de çok ‘iyi yapılmış’ bir film. Öte yandan yoksul bir orman köylüsünün yoksulluktan kurtulma çabalarını perdeye getiren filmin öyküsü ve özellikle bu öykünün finalde bağlandığı nokta, en hafif ifadeyle, bir hayli tartışmalı.
Kalandar Soğuğu’nun tartışmalı yönüne geçmeden önce temel artısını vurgulayacak olursak, Istanbul Film Festivali’ndeki filmlere dair o haftaki genel değerlendirme yazımda kısaca belirttiğim üzere, ortalama bir sinema seyircisinin uzak olduğu yaşam alan ve pratiklerini, orman köylüsü bir aile üzerinden neredeyse en uç noktadaki bir yoksulluğu, sahici biçimde perdeye getirmeyi başarıyor. Filmin (Haydar Şişman tarafından başarıyla canlandırılan) başkahramanı Mehmet, ailesini bir nebze rahatacak şekilde az ama istikrarlı bir gelir elde etmesini sağlayacak olan madenlerde işçi olarak çalışmaya yanaşmamakta, yoksulluktan kurtulmak için sürekli kestirme yollar peşinde koşmaktadır. Mehmet’in esas takıntısı dağlarda yeni bir altın damarı keşfetmektedir. Ancak bu yönlü arayışları filmin başında akamete uğrayınca bu kez elindeki tek varlık olan boğası ile boğa güreşlerine katılmaya kafayı takar.
Yönetmen Mustafa Kara, Bilal Sert ile ortaklaşa yazdığı senaryodan çektiği filminde izleyicinin Mehmet ile empati kurmasını amaçlıyor. Mehmet’in eşinin sitemleri ne kadar haklı dursa da, yani Mehmet’in tavrını sorumsuzluk olarak algılama seçeneği dışlanmasa da, Mehmet’in hayalperestliği romantize ediliyor, Mehmet en azından trajik bir kahraman olarak sunuluyor filmin ana gövdesi boyunca, finalde ise trajik yönü de ortadan kalkıyor. Kuşkusuz bir insanın hayallerinin peşinde koşmasının romantize edilmesinde ilke olarak hiç bir sorun yok, tam tersine koşullara teslim olmayıp, tevekkül etmeyip “dağları delmeye” yönelmenin yüceltilmesine bir itiraz olamaz. Ancak Kalandar Soğuğu’nda Mehmet’in hayali kestirme yoldan köşeyi dönmek, açıkçası “voleyi vurmak” olunca böylesi bir yönelimi romantize etmek sorunlu hale geliyor. Mehmet’in çabalarının ve takıntılarının bir kumarbazın çabalarından, takıntılarından farkı yok demek belki haksızlık ve gaddarca bir benzetme olur ama açıkçası, daha naif ve daha az rahatsız edici bir benzetme bulacaksak, umudunu piyangoya veya ganyana bağlayan bir emekçinin tavrından farksız olduğunu kabul etmek gerek. Ve böyle bir çabayı herhangi bir eleştirel bakışla yoğurmadan romantize etmesi de Kalandar Soğuğu’nun ideolojik olarak nerede durduğunu gösteriyor. Kalandar Soğuğu için sinemamızın başyapıtlarından Umut’un (1970) antitezi diyebilirim açıkça. Bu antitez niteliği ise esas itibariyle öykünün bağlandığı noktada, son sekanslarda iyice açığa çıkıyor. Kalandar Soğuğu’nun durduğu noktada durmanın alternatinin “illa umutsuzluk pompalamak mı” olması gerektiği karşı-itirazı yapılabilir Kalandar Soğuğu’na bu itirazıma. Ancak “umutsuzluk pompalamanın” alternatifi “sana da çıkabilir!” mesajı pompalamak da olmamalı herhalde.
Bu noktada Kalandar Soğuğu’nun Oscar aday adaylığı olasılığına dönecek olursak, Kalandar Soğuğu her ne kadar “ağır temposu” ile Amerikan popüler sinema konvansiyonlarına aykırı olsa da, tam da Hollywood-vari optimist bir bireysel başarı anlatısı içermesi, Hollywood jargonuyla bir “rags to riches (eski püskü, paçavraya dönmüş giysiler giyer haldeyken zenginliğe ulaşma)” öyküsü anlatması açısından belki de “doğru” tercih olabilir...
(*) Dün vizyona giren Köstebek’in (Imperium) ise polisiye janrında, popüler sinema kalıpları içinde dikkate değer bir anti-faşist Amerikan bağımsız yapımı olduğunu kaydetmeden geçmek istemem.