Devlet memurlarının ve onların ailelerinin, hükümetin sonunda ‘lütfetmesiyle’ (!) yıllık izinlerine çıkabildikleri bu hafta, yılın sinema açısından en ilginç ve cazip haftalarından birine denk gelmiş oldu çünkü bu Cuma hem günümüz Amerikan sinemasının emektar isimlerinden Woody Allen’ın yeni filmi, hem de Avrupa sinemasının geçmişteki önemli isimlerinden birinin eski bir çalışması, Polonyalı yönetmen Krzysztof Kieslowski’nin (1941-1996) zamanında Türkiye’de vizyona girmemiş ünlü filmi Veronique’in İkili Yaşamı (La double vie de Véronique, 1991) gösterime girdiler.
25’inci yıldönümü vesilesiyle ‘Başka Sinema’ zinciri üzerinden sınırlı ölçekte dün ülkemizde ilk kez gösterime giren Veronique’in İkili Yaşamı, Tevrat’taki On Emir’in her birini çıkış noktası alarak on bölüm halinde Polonya televizyonu için çekmiş olduğu Dekalog (1988) dizisinin iki bölümünün sinema filmi olarak yeniden düzenlenmiş versiyonları olan Öldürme Üzerine Kısa Bir Film ve Aşk Üzerine Kısa Bir Film ile uluslararası alanda adını duyurmuş olan Kieslowski’nin ilk Fransız-Polonyalı ortak yapımıydı. Kieslowski bu filmden sonra Fransız bayrağındaki renklere atıfla “Üç Renk” üçlemesi olarak adlandırdığı Fransız ortak yapımı üç film daha çektikten sonra yönetmenliği bırakacaktı.
Son derece etkileyici ve aynı zamanda tartışmaya açık bir film olan Veronique’in İkili Yaşamı, iki kız çocuğunun Avrupa’nın farklı köşelerinde ama aynı anda dünyaya gelmesiyle açılıyor. Bu kısa açılış sekansının ardında önce bu kızlardan birinin, Polonyalı Weronika’nın takriben 20’li yaşlardaki yaşamı perdeye geliyor. Weronika bir gün kendisine ikizi gibi tıpatıp benzeyen genç bir turist kadını uzaktan görüyor ancak diğer kadın Weronika’yı farketmeden turist kafilesiyle birlikte uzaklaşıyor. Bir koroya soprano olarak seçilen Weronika’nın ilk konser performansı sırasında fenalaşarak yaşamını yitirmesinden sonra ise diğer genç kadının, ülkesine dönmüş olan Fransız Veronique’in, yaşamını izliyoruz. İçini sebebini anlayamadığı bir hüzün kaplayan Veronique bir müddet sonra özel müzik dersleri almaktan vazgeçiyor, derken gizemli mesajlar almaya başlıyor...
Veronique’in İkili Yaşamı’nın görsel ve işitsel tasarımı ile bu tasarımın icrasına, bu arada oyunculuk performanslarına ve tabii oyunculuk yönetimine ancak şapka çıkartılır; Veronique’in İkili Yaşamı’nı izlerken (özellikle sinema ortamında, büyük perdede izlerken) bu açılardan gerçek bir sinema ustasının ortaya çıkardığı bir işi izliyor olduğunuzu düpedüz iliklerinize kadar hissederek adeta büyüleniyorsunuz. Ancak öte yandan bu büyülenme hissinin ötesinde filmin gizemli ve mistik, yarı-fantastik öyküsü üzerine düşünmeye başladığınızda rahatsız edici bir izleğin ayırdına varmak sözkonusu: Weronika’nın dünyadaki varoluşunun işlevi besbelli, tüm zarif betimlere karşın, Veronique için kobay olmak, tıpkı zengin asilzadenin selameti uğruna onun yemeklerini, zehirli olup olmadıklarını anlamak için önceden tadan bir çeşnicibaşı gibi. Weronika, hayatta Veronique’in karşılaşacağı edimleri, seçenekleri önceden yaşıyor, deneyimliyor, sonuçlarının kendi üzerinde gerçekleşmesine vesile oluyor ve aralarındaki mistik bağ sayesinde Veronique kendisinin de başına gelebilecek bu sonuçlardan kaçınacak şekilde davranıyor.
Veronique ve Weronika arasındaki bu eşitsiz ilişkinin, başka bir düzlemde başkaca çağrışımlarının olup olmadığı ise tamamen açık uçlu bir soru. Ayrıcalıklı özne Veronique, Batı’yı, “talihsiz” Weronika ise Doğu Avrupa’yı mu temsil ediyor? Eğer öyle ise peki bu temsiller ne anlama geliyor? Tam bu noktada uzunca bir parantez açarak not edelim ki Veronique’in İkili Yaşamı’nın konusu besbelli 1980’lerin son demlerinde, yani Polonya’da sosyalizmin çözüldüğü dönemde geçse de bu tarihsel arkaplan filmde anlatıya görünürde pek etki etmeyen bir fon olarak yeralıyor yalnızca. Filmin en kritik sahnelerinden biri, Weronika’nın Veronique’i uzaktan gördüğü sahne bir protesto yürüyüşünün gerçekleşmekte olduğu bir meydanda geçmesine karşın Weronika bu sahnede protestoculardan biri olarak değil, yalnızca olan bitene tamamen ilgisiz biçimde yoldan geçen biri olarak yeralıyor.
Siyasi bir yöneliminin de olup olmadığına dair net veriler sunmayan filmin bu minvaline dönük parantezi kapatarak kaldığımız yere dönecek olursak, Veronique’in İkili Yaşamı’nın çelişkili gibi görünen ve bu yüzden en ilginç yönü ise aslında Weronika’nın Veronique’e oranla çok daha cazip, hayran olunası bir karakter oluşu.. Weronika, yüreğinin onu götürdüğü yere kadar giden, bedel ödeyen ama kısacık yaşamını dolu dolu yaşayıp hayallerini gerçekleştiren trajik bir kahraman. Ve Kieslowski onu istediği kadar Veronique’in kobayı konumuna indirgesin, filmden belleklerde kalan da Weronika’nın yağmur altında şarkı söyleyen, sevişen imajı.
Woody Allen’ın “retro” filmi
Woody Allen, 47 yıllık - yani neredeyse yarım asırlık! - yönetmenlik kariyerindeki 46’ıncı sinema filmi olan Cafe Society’de sınıfsal çelişkileri dert edindiği son yıllardaki filmlerinden farklı ve de daha eski, 1970’lerdeki ve 1980’lerdeki, en iyileri artık klasikler mertebesinde sayılan filmlerine benzer bir ürün ortaya koymuş. Dünya prömiyerini bu yılki Cannes Film Festivali’nin açılış filmi olarak yapan Cafe Society, yine aşk üçgenleri içeren kadın-erkek ilişkilerine odaklanan, “bohem” New York’un Hollywood’un ev sahibi Los Angeles’tan daha yaşanası bir kent olduğu üzerine kurulu, arada hem geleneksel Yahudi kültürüyle, hem de Yahudi düşmanlığıyla dalga geçen tipik bir “Woody Allen filmi”. Bu arada kamera arkasında gösterişsiz, dozunda ama dört dörtlük bir iş çıkarmış ismin sinema tarihindeki tüm zamanların gelmiş geçmiş en iyi görüntü yönetmenlerinden biri, belki de en iyisi olan emektar Vittorio Storaro olduğunu da not etmek gerek.