Wonder Woman, çizgi roman mecrasındaki ilk kadın kahraman değil (ondan önce örneğin ‘dişi Tarzan’ Sheena ve benzerleri vardı); hatta ilk kadın ‘süper-kahraman’, yani “süper güçlere” sahip ilk kadın kahraman da değil (onunla aynı yıl içinde, 1941’de, ama ondan birkaç ay önce yayına başlamış birkaç kadın süper-kahraman çizgi romanı olmuş). Ancak Wonder Woman, Superman ve Batman’i de yayınlayan majör bir yayınevi tarafından yayınlanmasının da katkısıyla ABD’de popüler kültür ikonu mertebesine en sağlam biçimde yerleşmiş kadın çizgi roman kahramanıdır.
ABD’de 1941’den günümüze neredeyse kesintisiz biçimde yayınlanıyor olmasına karşın Türkiye çizgi roman piyasasında, bir yan karakter olarak yeraldığı Adalet Birliği serüvenleri hariç, kendi bağımsız serüvenleriyle nedense şimdiye dek görünmeyen Wonder Woman, DC yayınevinin danışmanlar kurulunda yeralan William M. Marston adlı psikiyatrist tarafından yaratılmış. Dönemine göre, hatta belki günümüze göre, “provokatif” sayılabilecek görüşlere sahip olan Marston, kadınların yöneteceği bir dünyanın daha yaşanası bir dünya olacağına inanarak hem iyi kalpli, hem güçlü (hem de güzel) bir kadın tiplemesini ilham verici bir rol modeli olması amacıyla yarattığını ifade eder. Özellikle klasik dönemdeki, yani senaryolarını bizzat Marston’ın yazdığı dönemdeki serüvenleri üzerinden kültürel araştırmalar ve psikanalitik çalışmalar açısından belki de en didik didik edilen çizgi romanlar arasında yeralan Wonder Woman’da örneğin ipler, zincirler, vb ile bağlanarak etkisiz hale getirilme (bondage) mizansenlerine dikkat çekici biçimde sık rastlanmasına dair ilginç tartışmalara bu yazıda yer vermenin gereği yok çünkü bu yazının vesilesi olan vizyondaki (*) Wonder Woman filminde spesifik olarak bu motif pek perdeye gelmiyor. Ancak yine de 1953’te çizgi romanların çocuk okuyucular üzerindeki “kötü” (?) etkilerine karşı etkin biçimde savaş açan ve Amerikan çizgi roman piyasasını uzun yıllar sürecek kurumsal bir otosansüre mecbur bırakan medyatik psikiyatrist Frederic Wertham’ın Wonder Woman’ı da özellikle hedef almış olduğunu kaydetmeden geçmek olmaz; Batman’i genç yamağı Robin’le örtük bir eşcinsel ilişki içinde olmakla “suçlamış” olan Wertham’a göre Wonder Woman çizgi romanlarında ise örtük bir lezbiyenlik “propagandası” ve “erkek düşmanlığı” sözkonusuydu. 1940’lardan günümüze dek onyıllar içinde Wonder Woman çizgi romanlarında feminizmle ve onun varyantlarıyla şu ya da bu biçimde bağlantılı görülebilecek temsiller doğal olarak farklı senaristlerin kalemlerinde değişkenlik gösterdi ise de, örneğin Wonder Woman filminin basın öngösteriminde özel bir edisyonu eşantiyon olarak dağıtılan ve film sayesinde Türkiye’de piyasaya çıkan ilk Wonder Woman çizgi romanlarından biri olan Yeni Dünya başlıklı çizgi romanda başkarakterin söylediği “Zincirlerinizi kırın! Erkek boyunduruğundan kurtulun! Ve erkeklerden de! […] Erkeğin damgasının olmadığı bir dünya kuralım” sözlerinden görüleceği üzere bu minvalde bir damar, kuşkusuz karikatürize olduğu söylenebilecek tezahürler içinde, Wonder Woman’dan ırak olmamıştır.
ABD ile aynı anda ülkemizde de dün vizyona giren filmde ise toplumsal cinsel kimliklerle ilgili alt-metinler genelde konvansiyonel düzeyde. Wonder Woman, anavatanı olan amazonlar adasından 1’nci Dünya Savaşı’nın yaşanmakta olduğu Avrupa’ya geldiğinde dönemin Avrupa’sında kadınların ikinci sınıf bir konumda olduğunu gözlemliyor ama film bu sorunsalı merkezine almıyor, anektodal bir fon unsuru olarak kullanmakla yetiniyor. Öte yandan çizgi romanın 1940'lı yıllardaki ilk serüvenlerinde Wonder Woman’ın yaratılışı, annesi tarafından kilden şekillendirilip Afrodit tarafından can verilmesi şeklinde aktarılırken filmde ise, çizgi romanın son yıllarındaki revize versiyona daha yakın biçimde, can verme işlevi Zeus’a atfediliyor. Yani önceleri Wonder Woman’ın dünyaya gelişi herhangi bir erkek figür işin içine katılmadan tasarlanmış iken, bir diğer deyişle Wonder Woman tam anlamıyla babasız iken, artık Wonder Woman’ın dünyaya gelişi bir baba figürü olmadan tasavvur edilmiyor, Wonder Woman’ın artık şu ya da bu şekilde bir babası var. Wonder Woman’ı ataerkil tahayyülün dışına ve hatta karşısına konumlandırabilmiş olan klasik versiyona oranla kuşkusuz çok daha gelenekçi bir tahayyül bu. Öte yandan Wonder Woman filmi, bu gelenekçiliği rasyonalize ve kısmen kompense etmek istercesine Wonder Woman’ın ağzından erkeklerin üreme için zorunlu olmakla birlikte bedensel hazlar için gerekli olmadıklarını ifade ederek lezbiyenliğe örtük biçimde göz kırpıyor, selam gönderiyor.
Bu arada filmin çizgi romandan farkılılaştığı diğer bir nokta ise, çizgi romanda Wonder Woman’ın amazonlar adasından ayrılmasının 2’nci Dünya Savaşı yıllarında filmde ise, yukarıda anıldığı gibi, 1’nci Dünya Savaşı yıllarında gerçekleşmesi. Bu değişikliğin sebebini bilemesem de yapımcıların bu sayede Sovyetler Birliği’ni müttefik bir güç olarak hesaba katma zorunluluğundan kurtulma isteklerinin rol oynamış olabileceğini düşünmeden edemiyorum! Öte yandan filmin konusunun 1’nci Dünya Savaşı yıllarında geçmesinin ilginç bir sonucu ise Wonder Woman ve dostlarının savaştığı Almanlar’ın en önemli müttefikinin Osmanlı Devleti olduğunun filmde bir hayli vurgulanması…
Hollywood’un bu ilk Wonder Woman filminin anlatısının ana eksenini ise toplumsal cinsel kimliklere dair sorunsallar oluşturmadığı gibi tarihsel-siyasal motifler de oluşturmuyor, bütün bunlar hep fon düzeyinde işlev görüyor. Wonder Woman insanlığın “özünde” iyi olup olmadığına dair bir sorgulama sunan bir popüler sinema ürünü (ve verdiği yanıt da, aşağıda açıklamaya çalışacağım üzere, son derece popüler bir yanıt). Wonder Woman, atalarından dinlediği yaratılış mitosuna göre insanlığı yaratmış olan baş tanrı Zeus’a meydan okuyarak insanlığı yoldan çıkarmaya ahdetmiş savaş tanrısı Ares’in 1’nci Dünya Savaşı’ndan sorumlu olduğuna ve şayet Ares’i bulup öldürmeyi başarırsa Almanlar’ın onun etkisinden kurtularak savaşa son vermelerini sağlayabileceğine inanmaktadır. Bu arada kendisine eşlik eden bir gruptan, Amerikalılar’ın da geçmişte kızılderililere büyük kötülükler yapmış olduklarını öğrendiğinde ilk afallamasını yaşar çünkü “kötü” Almanlar’ın karşısında yeralan ve dolayısıyla “iyi” olduklarını düşündüğü tarafın da sicilinin pek o kadar temiz olmaması ik bakışta kolayca yaptığı “iyiler” ve “kötüler” ayrımının da sorunlu olduğunu duyumsatmıştır. Ancak Wonder Woman esas büyük şoku, Ares olduğuna inandığı üst düzey bir Alman komutanı öldürmesine rağmen Almanlar’ın hçbir şey olmamış gibi savaşa devam etmekte olduğunu gördüğünde yaşar. Gerçek Ares ile yüzyüze geldiğinde ise savaş tanrısı ona sorunun yanlış kişiyi öldürmüş olmasından kaynaklanmadığını, kendisinin işlevinin yalnızca ortamı daha da kızıştırmaktan ibaret olduğunu ve insanların zaten kendiliğinden savaşa teşne olduğunu izah eder.
Bu noktaya kadar Wonder Woman filminin “mesajının”, başkarakterin saf iyiler ve saf kötüler şeklindeki ayrımların da, kötülüğün kaynağının ise onları yoldan çıkaran tekil bir kaynağa sabitlenebileceği inancının da yersizliğinin ayırdına varmasında yattığı söylenebilir. Öte yandan bu farkındalığın devamında başkarakterin ve onun üzerinden filmin sonuçta vardığı nokta ise insanların özünde ne iyi, ne de kötü olmadığı, özlerinde her iki özelliği de birlikte barındırdığı ve iyiliğin galebe çalmasının ise “sevginin gücüyle” sözkonusu olabileceği. Bu bağlanma noktası kuşkusuz ilk duyuşta kulağa hoş gelebiliyor ama üzerinde tefekkür edildiğinde insanı şekillendirenin koşullar olduğunu ve dolayısıyla yapılması gerekenin koşulları yeniden şekillendirmek olduğunu es geçtiği, hatta dışladığı da farkediliyor.
(*) Eleştirmenler arasında yapılan pek çok anket sonucunda oluşan Türkiye sinemasının en iyi filmleri listelerinde hep üst sıralarda yeralan Anayurt Oteli (1987) de bu hafta onyıllar sonra tekrar vizyona girdi. Buna vesile olan restorasyon çalışmasının gönlümüzden geçen düzeyde bir görüntü kalitesi ortaya çıkarmamış olduğunu not etmekle birlikte, Başka Sinema’nın bu klasiği onyıllar sonra tekrar sinema ortamında izleyebilme olanağını sunmuş olması çok takdire şayan.