Amerikan sinemasının yaşayan en önemli isimlerinden Woody Allen tastamam 50 yıllık, yani yarım yüzyıllık yönetmenlik kariyerinde hemen hemen her yıl yeni bir film çekmiş, dolayısıyla hemen hemen her yıl yeni bir Allen filmi izleyicilerle buluşmuştu. Geçen yıl ise, 1981’den bu yana yeni bir Allen filminin beyazperdelerde boy göstermediği ilk yıl oldu.
Ancak bunun sebebi, kendisi hakkındaki bir belgeselde “Biri bana bir şey söylediğinde elimi kulağıma götürüp ‘Ne? Ne dediniz? Biraz daha yüksek sesle bir daha söyler misiniz lütfen?’ demek zorunda kalacağım günler gelinceye kadar bu tempoda çalışmaya niyetliyim” demiş olan Allen’ın bu vaadini yerine getirmemesi değil: Allen’ın geçen yıl tamamladığı yeni filmi New York’ta Yağmurlu Bir Gün (A Rainy Day in New York); dağıtımcı Amazon’un filmi ABD’de en az 500 salonda gösterime çıkarma ve en az 90 gün boyunca vizyonda tutma taahhüdü içeren sözleşmeyi tek taraflı olarak feshetmesi sonucu ABD’de vizyona giremedi. Amazon, Allen’ın daha sonraki üç filmini de finanse etmeyi ve ABD’de dağıtmayı da içeren anlaşmayı feshetmesine gerekçe olarak Allen hakkında 1992 yılından baki bir cinsel taciz iddiasının günümüzde kamuoyunda yeniden gündeme gelmesini, Allen’ın bazı sözlerini ve sinema camiasının “önde gelen yeteneklerinin artık bir daha Allen’la çalışmayacaklarını beyan etmelerini” gösteriyor. Nitekim New York’ta Yağmurlu Bir Gün’ün genç başrol oyuncularından Timothée Chalamet, filmden aldığı ücreti cinsel taciz karşıtı hayır kurumlarına bağışlayacağını açıklamıştı ve bunda Amerikan sosyal medyasında son bir-iki yıldır Allen hakkında olumsuz görüş beyan etmeyen sanatçıların çok sert biçimde eleştiriliyor oluşunun payı olduğu açık. Uzun lafın kısası, New York’ta Yağmurlu Bir Gün, Allen’ın kendisi hakkındaki -“temelsiz” olarak nitelendirdiği- taciz iddiasının anlaşma imzalandığı zaman hem kamuoyu hem de Amazon tarafından zaten bilinen bir iddia oluşuna dayanarak Amazon’a açtığı tazminat davasına karşın ABD’de bir başka dağıtımcı bulabilmiş değil.
Ancak Avrupa’da ise, son derece farklı bir durum söz konusu. Allen, New York’ta Yağmurlu Bir Gün’e kıta Avrupa’sında dağıtımcı bulmakta zorlanmadığı gibi yeni filmini de İspanyol yapımcıların finansmanı ile İspanya’da çekmeye başladı bile. Basına yansıyan demeçlerine bakılırsa, Amerikalı meslektaşlarının genelinden farklı olarak pek çok Avrupalı sinemacı, ‘masumiyet karinesi’ ilkesini öne çıkararak ve/veya “sanatçıyı, sanatı üzerinden değerlendirmek gerekir” yaklaşımını benimsediklerini ifade ederek Allen’la aralarına mesafe koymayı reddediyorlar. Neticede, New York’ta Yağmurlu Bir Gün rötarlı olarak da olsa, sonbahardan itibaren Fransa, İtalya, Almanya gibi Batı Avrupa’nın önde gelen pazarlarında gösterime çıkacak ve bazı Doğu Avrupa ülkelerinde şimdiden vizyona girdi bile; nitekim, ülkemizde de dün (Cuma) gösterime girdi.
Woody Allen’ın içinde bulunduğu durum ve spesifik olarak New York’ta Yağmurlu Bir Gün’ün başına gelenler sosyal medyanın gücü / kamusal tartışmaların sağlıklı cereyan etmesi önünde sosyal medyanın oluşturduğu handikaplar (sosyal medyadaki “linç kültürü”); masumiyet karinesi / kadın beyanının esas alınması, formel hukuk / kamu vicdanı, hiç kimsenin yaptığının yanına kar kalmaması / kurunun yanında yaşın da yanmaması, sanatçı ile sanat eserinin ayrı değerlendirilip değerlendirilemeyeceği minvallerinde başlı başına ilginç tartışma başlıkları sunuyor. Ancak bu yazıyı daha fazla uzatmama uğruna artık sadede gelip, Amerikan sinemasının en önemli isimlerinden birinin Amerikalı sinemaseverlerin henüz izlemedikleri ve muhtemelen hiçbir zaman Amerikan beyazperdelerinde izleyemeyecekleri ama bizim Batı Avrupa’daki sinemaseverlerden bile önce beyazperdede izleme olanağı bulduğumuz yeni filminin kendisine dair değerlendirmeme geçeyim.
Öte yandan bu tartışmalara girmeden filmi değerlendirmeye girişmenin ise, sanatçı ile sanat eserinin ayrı değerlendirilip değerlendirilemeyeceği bahsinde bir tutumu zaten ele verdiğinin düşünülmesini de istemediğimden en azından bu noktaya bir açıklık getirmem şart: Bir sanatçının dünya görüşü, yaşama bakışı sanat eserine yansıdığı ölçüde sanatçı ve sanat eseri birbirinden bağımsız düşünülemez (zaten, bir bakışı yansıtan eserlere sanat eseri denilir, ne kadar usta işi olurlarsa olsunlar diğerleri benim nezdimde “zanaat” eserleridir); ancak bu demek değildir ki bir sanatçının işlemiş olduğu veya işlediği iddia edilen suçlar onun eserlerini değersizleştirsin.
Nihayet New York’ta Yağmurlu Bir Gün’e gelirsem, Allen’ın bu yeni filmi dramatik işlenişi aynı derecede yetkin olmasa da zeki ve rafine bir mizah üzerinden güldüren, eğlendiren mütevazi bir çalışma. Film, Gatsby ve Ashleigh adlarında üniversite öğrencisi iki sevgilinin New York’ta geçirdikleri bir hafta sonu başlarından geçenleri konu alıyor. Gençlerin New York’a gelmelerine, üniversite gazetesinde çalışan Ashleigh’ın ünlü bir yönetmenle röportaj randevusu vesile olmuştur; Gatsby ise, bu röportaj aradan çıktıktan sonra sevgilisiyle New York’ta romantik bir hafta sonu geçirme hayali kurmaktadır. Ancak işler beklendiği gibi gitmez ve Ashleigh kendisini New York’taki bir dizi sinemacının yakın ilgisinin odağında bulur, bir türlü onlardan kopamaz. Ashleigh’in dönmesini çaresizce bekleyerek sokaklarda dolaşan Gatsby de, eski sevgilisinin kız kardeşi Shannon’la rastlaşır…
Bu konu özetinden görüleceği üzere, New York’ta Yağmurlu Bir Gün ilk bakışta klasik dönem Woody Allen filmleri ekseninde dönüyor: konu, sarpa saran gönül ilişkileri; sosyal ortam, aydın/sanatçı camiası; mekan ise New York. Ancak temel bir fark var ki, o da baş karakterlerin, Allen’ın kendi kuşağından veya kendi kuşağına yakın, en azından çok uzak olmayan kuşaklardan değil, üniversite öğrenciliği yaşlarındaki gençlerden olmaları. Filmlerine sıklıkla otobiyografik öğeler yedirmesiyle de tanınan senarist-yönetmen Allen, New York aşığı Gatsby karakterini besbelli kendisinin genç versiyonu olarak tasarlamış. Ancak kağıt üzerinde belki iyi bir fikir (örneğin Allen’ın aynı zamanda yarı-amatör bir caz müzisyeni oluşu misali, Gatsby de piyano çalıyor, vb.) gibi görünebilecek olan bu niyetin, perdeye ne kadar sahici biçimde yansıyabildiği tartışılabilir, bunda Gatsby’yi canlandıran Chalamet’in düz, ruhsuz oyunculuğunun veya Allen’ın onu iyi yönetememiş olmasının da payı var. Ashleigh rolündeki Elle Fanning da tersine, bazen biraz fazla karikatürize bir performans sergiliyor. Filmin parlayan yıldızı ise, Allen’ın ustalıkla yazmış olduğu replikler içeren rolünü doğal bir mizahi yetenekle canlandırıp perdede göründüğü bölümlerde filmi sırtlayıp götüren, Shannon rolündeki Selena Gomez.
Filmin takdire değer bir diğer yönü ise, ilk bakışta birbirlerine çok yakışır bir çift gibi görünen Gatsby ve Ashleigh’in aslında çok farklı mizaçlarda oluşlarının emarelerinin en baştan usul dokunuşlarla dahi verilmesi: Örneğin zengin bankacı bir ailenin kızı olan Ashleigh, New York’a ilk geldiklerinde otel pencerelerinden dışarı bakıp “umarım yağmur yağmaz” diyor, yağmur altında beraber olmanın romantizmini baştan dışlayarak…