Daha önce bir başka vesileyle de yazmıştım: Dijital medya sayesinde enformasyon iletiminin ve görüş paylaşımının hızlandığı günümüzde, pek çok sinemasever ve eleştirmen için film festivallerinin işlevleri arasında yeni keşifler yapma olanağı, “herkesin hakkında konuştuğu” filmler hakkında bir an evvel görüş beyan edebilme fırsatı uğruna iyice geri plana düşmüş durumda. Ülkemizde ilk kez geçen ay Adana Film Festivali’nde izleyici karşısına çıkan ve bu ay Filmekimi’nde de gösterilen Yetimhane (Parwareshghah / The Orphanage), kendi adıma yılın en önemli keşiflerinden.
Shahrbanoo Sadat adlı genç bir Afgan kadın yönetmenin, muhtelif Avrupa fonlarının desteğiyle çektiği Yetimhane, ülkemizde gösterilen “dünya sineması” / “sanat sineması” örneklerinin genelinden pek çok açıdan çok farklı bir çalışma. Yetimhane’nin konusu 1989’da Afganistan’ın halen Sovyetler’in himayesinde olduğu ve İslamcıların egemenliği altına henüz girmediği dönemde başlıyor, Sovyetler’in Afganistan’dan çekilmesinin ardından İslamcıların bu ülkeyi ele geçirmesiyle bitiyor. Film boyunca Sovyet yönetimi altındaki yaşamı, bir yetimhane özelinde ve bu yetimhanedeki bir çocuğun gözünden deneyimliyoruz. Yönetmenin arkadaşı olan ve filmin oyuncu kadrosunda da yer alan Anwar Hashimi’nin anılarına dayanılarak yazılan senaryo, basit ve düz biçimde Sovyet/sosyalizm propagandası içermiyor kesinlikle ama anti-komünist/anti-Sovyet ezberleri bozacak nitelikte. Öksüz çocuklara zor koşullar ve sınırlı olanaklar elverdiği ölçüde asgari düzeyde de olsa barınma, eğitim, kültürel gelişme fırsatı sunabilmek için ellerinden gelen çabayı gösterenlere Sovyetler’in Afganistan’daki mevcudiyetinin nasıl bir zemin, hatta destek sunmuş olduğu tereddütsüz biçimde perdeye yansıyor. Nihayet bu zemin ortadan kaybolduğunda yetimhanenin nasıl bir barbarlık karşısında çaresiz biçimde savunmasız kalışı ise son derece yürek burkucu ki bu durum aslında Afganistan trajedisinin de özünü yansıtıyor. SSCB’nin Afganistan’dan çekilişinin, bırakın sosyalizmi, temel insani ideallerin nasıl yüzüstü bırakılışı olduğunu, dünya sosyalist sisteminin çöküşünün belki de en trajik sonucunun Afganistan’da yaşananlar olduğunu hüzün ve biraz da öfkeyle tekrar duyumsadım Yetimhane’yi izlerken.
Filmin yukarıda kaydettiğim üzere basit ve düz biçimde Sovyet/sosyalizm propagandası içermemesinin örneklerinden biri, yetimhanedeki çocuklardan bir bölümünün kısa bir süreliğine götürüldüğü SSCB’deki bir izci kampında geçen sahneler. Bu bölümde çocukların hem Lenin’in mumyasını ziyaret etmeye götürülmelerindeki tuhaflık, hem de kampta bilgisayarla satranç oynama olanağı sayesinde satranç meraklısı bir Afgan çocuğun bilgisayarı yenerek duyduğu sevinç, SSCB’nin Afgan çocukları kazanma çabasının aslında nasıl naif ve munis bir nitelikte olduğunu hissettiriyor.
Yetimhane’nin biçimsel olarak özgün tarafı ise pek çok duygusal sahnede, baş karakter çocuğun kendini Bollywood (Hint popüler sineması) filmlerinde hayal ederek içinde bulunduğu durumu o filmlerden sahnelermiş gibi zihninde canlandırmasının perdeye gelmesi. Hele filmin yine bu bağlamda sahnelenen finali, söz konusu karakterin İslamcı “mücahitlere” duyduğu ama çaresizlik içinde pratiğe dökemediği öfkesini yarı-fantastik biçimde çocukça ifade edişini mükemmel ve manidar bir şekilde sergiliyor.
En azından an itibarıyla Yetimhane’nin ülkemizde Filmekimi’nin ardından sinemalarda sınırlı ölçekte de olsa vizyona girmesi söz konusu değil gibi görünüyor. Genç Karl Marx (Le jeune Karl Marx, 2017) dahil dünya sinemasının pek çok değerli örneğinin yanı sıra özellikle son bir-iki yıldır “bakın görün eski sosyalist ülkelerde o dönemde insanlar nasıl da özgürlüklerinden yoksundu, vah vah” minvalinde çok sayıda filmin de dağıtımını üstlenmiş olan (ve bu arada “demir perde gerisi” gibi pespaye kadim anti-Komünist jargonu bu filmlerden birinin tanıtımlarında kullanmakta beis görmeyen!) Başka Sinema zinciri, bir sürpriz yapıp Yetimhane’yi de programına alsa repertuvarını esaslı biçimde zenginleştirmiş, çeşitlendirmiş olur…
Acı ve Zafer
Bu hafta vizyona yeni giren filmlerin en seyre değer olanı İspanyol sinemasının uluslararası alanda en tanınmış ismi olan Pedro Almodóvar’ın yeni filmi Acı ve Zafer (Dolor y gloria). Almodóvar, Acı ve Zafer’de ileri yaşlardaki ve sağlık sorunları yaşayan emektar bir yönetmenin, eski bir filminin sinematekte gösterilmesi vesilesiyle, hem geçmişte hayatına girmiş bazı kişilerle yolunun tekrar kesişmesini hem de bu arada çocukluğu dahil geçmişine dair anılarının canlanmasını duygusal, hüzünlü ama karamsar olmayan bir anlatım içinde öykülüyor. Öte yandan haftanın yeni filmlerinden Saklambaç’ın (Ready or Not) ise yoğun biçimde grotesk mizah yedirilmiş ve sınıfsal bağlamda sosyal hiciv içeren kalburüstü bir korku filmi olduğunu ekleyeyim; Acı ve Zafer nasıl yılın en iyi filmlerinden biriyse, Saklambaç da yılın en iyi korku filmlerinden biri.