Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan kazanan Venezuela yapımı Uzaktan (Desde Alla) ve Cannes’da Altın Palmiye kazanan Fransa yapımı Dheepan başta olmak üzere bu yıl önde gelen festivallerde adlarını duyuran çok sayıda filmden, Carlos Saura’nın yeni belgeseli Arjantin (Zonda: Folclore Argentino) gibi emektar ustaların yeni filmlerine kadar oldukça zengin bir seçkiyi izleyicilere sunan Filmekimi’nin başladığı bu hafta, vizyona gren filmler açısından ise tam tersine oldukça vasat bir profil sunuyor. Yeni Türkiye Sineması’nın adından sıkça sözettiren yönetmenlerinden Zeki Demirkubuz’un merakla beklenen yeni filminin de gösterime girdiği bir vizyon haftası için vasat nitelemesini kullanmak ironik olsa da Demirkubuz’un yazdığı, yönettiği ve oynadığı Bulantı da, türlü defolarla malul olması dolayısıyla, “İşte bu! Bu, olmuş” minvalinde işaret edilecek bir film olmaktan uzak.
Orta halli bir öğrenci filmi izlenimi veren fragmanı ve Demirkubuz’un sevişme sahnelerini oynamaktan çekinmeyen oyuncu bulamadığı için başrolde kendisinin oynamak zorunda kaldığı gibi sansasyonalizan (*) beyanatları yüzünden gösterime çıktığında adeta maça 2-0 yenik başlamış olan Bulantı, 21’inci yüzyıl Türk sinemasında eşine benzerine rastlamadığımız söylenemeyecek bir ‘sevgisiz, duygusuz, duyarsız’ erkek portresi çizer gibi görünüyor karısını ve çocuğunu bir trafik kazasında yitirmesine karşın yaşamını, özellikle de kardınlarla ilişkilerini hiçbir şey olmamış gibi sürdüren Ahmet karakteri üzerinden. Ancak finalde ise Ahmet’in ani dönüşümünü veya bir başka yüzünü görüyoruz. Burada sorun bu finalin filmin sonuna ‘parça’ eklenmiş gibi durması.
Aslında film bitip geriye dönük olarak düşündüğümüzde film içinde bu ‘sürpriz’ finalin belki de o kadar sürpriz olmamasını sağlayabilecek emareler mevcut olduğu farkediliyor. En başta kapıcı dairesinde oturan genç ve dul kadının her gün aynı Beşiktaş formasını giyen oğluna Ahmet’in yeni Beşiktaş formaları alması gibi. Hatta filmin en başında bile Ahmet’in evden ayrılmakta olan karısını aralarındaki sorunu bir kez daha konuşmaya davet etmiş olması bile Ahmet’i aslında başka bir gözle de değerlendirmeye yarayabilecek veriler. Dolayısıyla Ahmet’in bir gece elektrikler kesilip karanlıkta kalmasın diye kendisine genç bir kadın mum getirince gökten vahiy iner gibi ‘dönüşüme’ uğraması değil, diğer, sakladığı, bastırdığı bir yüzünün açığa çıkması sözkonusu, veya başka bir deyişle bir dönüşüm sözkonusuysa bu bastırdığı diğer yüzünü açığa çıkartmak şeklinde bir dönüşüm.
Peki tüm bu verilere karşın filmin finali neden ikna edici olmuyor sorusunu sormak zorunda kaldığımızda ise karşımıza iki seçenek çıkıyor. Biri, bu aslında sağlam öykünün senaryolaştırılmasındaki yetersizlikten tutun da oyunculuk performansına ve sinemanın bilumum ‘teknik’, zanaat yönüne ilişkin sahalardaki zaaflara uzanan, sinema dilinin ve anlatımının bu sağlam öykünün hakkını verememesine, altından kalkamamasına uzanan açıklamalardan oluşabilir; kabaca, kral çıplak tarzı ifade edecek olursak, Demirkubuz’un filmi iyi yazamamış, iyi oynayamamış ve iyi yönetememiş, halk ağzıyla “iyi çekememiş” olmasına varırız. Bütün bu açıklamalarda çok büyük doğruluk payı var ama bu açıklamalar da bir başka ‘neden’ sorusunu ortaya çıkarıyor: Demirkubuz bu filmi neden “iyi çekememiş”?, yeteneksiz bir sinemacı olduğundan mı, yoksa başka ve daha derin bir sebep mi var?
Belki de sorun Demirkubuz’un pek çok söyleşisinde ifade ettiği yaşama, insana bakışında, insanın bencilliğine özsellik atfedişinde, kötücüllüğe yaptığı vurguda. Bulantı’nın öyküsü, böyle bir felsefeyle, insana böyle bir bakışla çelişen bir öykü. Ancak Demirkubuz’un kaleminden çıkan öykünün Demirkubuz’un şifahen savunagelmeye devam ettiği bakışla uyumsuzluğu, onun kendisiyle çelişecek bu öyküyü hakkıyla işlemesine engel olmuş, tutuk kalmasına sebep olmuş gibi.
(*) Bu beyanata “sansasyonalizan” diyorum çünkü filmi izlediğimizde görüyoruz ki aslında son derece kısa ve de son derece mütevazi bir sevişme sahnesi var.