Bipolar bozukluk ve yaratıcılık

Bipolar hastalığı ile mücadele ettiği yıllarda Virginia Woolf duygu durumunda yaşadığı sarsıntıların kendisine, başka bir şekilde mümkün olmayacak bir yaratıcılığın kapılarını araladığının farkındaydı.

Bipolar ya da iki uçlu bozukluk bireyde duygu durumu, bilişsel süreçler ve enerji seviyesinde değişimler ile karakterize olan bir hastalıktır. Hastalığın temel özelliği kişide duygu durumunun taşkınlık (mani) ve çökkünlük (depresyon) olmak üzere iki temel evre arasında gidip gelmesidir. Başka bir ifadeyle hastalık süresince bireyin duygu durumu, enerji seviyesi ve buna bağlı olarak bilişsel süreçleri ve davranışları iki uç arasında gidip gelir. Manik dönemde aşırı aktivite, aşırı düzeyde kendine güvenme, megalomani, uyku ihtiyacında azalma, aşırı ruh ve davranış halleri buna ek olarak, halüsinasyon, delüzyon ve karmaşık düşünce halleri ile karakterize psikotik bulgular gözlenirken depresif dönemde enerjide düşme, aşırı üzgünlük, sosyal çekilme, aşırı uyuma ve kendine güvenin azalması gibi bulgular ağırlıklı olarak gözlenir. 

Uzun yıllardır özellikle insan bilimleri alanında yapılan çalışmalarda bipolar bozukluk ve yaratıcılık arasında bir ilişkinin var olduğu düşüncesinden hareket edilerek Vincent van Gogh, Ernest Hemingway, Rachmaninoff, Edgar Allan Poe, Tchaikovsky, Sylvia Plath ve Virginia Woolf gibi Bipolar hastalığı olan bireylerin yaratıcı kişilikleri üzerine incelemeler yürütülmüştür. Söz konusu ilişkinin varlığı insan bilimleri alanında kabul edilirken pozitif bilimler alanında akıl hastalığının romantikleştirilmesi ya da hastanın hayal gücünde yaşadığı çeşitliliğin yaratıcılık şeklinde yanlış anlaşılması gibi nedenler temel alınarak böylesi bir ilişki yok sayılmıştır. 1980’li yıllardan itibaren “tıbbi insan bilimleri” alanının gelişmesi ile böylesi bir ilişkinin varlığı üzerine kapsamlı çalışmalar yürütülmeye başlanmıştır. Örneğin 2011 yılında İsveç’te 30 bin kişiden elde edilen demografik verilerle yapılan bir çalışmada yaratıcılık gerektiren bir mesleğe sahip olma olasılığı bipolar bozukluk tedavisi gören, ağır depresyon tedavisi gören hastalar, hasta bireylerin bipolar bozukluk tanısı konmamış birinci dereceden yakınları ve bipolar tanısı konmamış kontrol bireyler olmak üzere dört grup arasında karşılaştırılmıştır. Bipolar bozukluğu olan hastalar ile bu bireylerin hastalık tanısı konmamış birinci dereceden yakınlarının yaratıcı mesleklerde ağırlıklı olarak yer aldıkları, buna karşın tek uçlu (ağır) depresyonu olan hastalar ve birinci dereceden yakınları ile kontrol grubu bireyler arasında yaratıcı mesleğin ne düzeyde var olduğu yönünde herhangi bir farklılık gözlenmemiştir.  Bu ve benzeri çalışmalar hem bipolar bozukluğu olan hastalarda hem de genetik yapısı oldukça benzer olmasına karşın bipolar bozukluğu olmayan birinci dereceden yakınlarda kontrol grubu bireylere oranla daha fazla yaratıcı mesleklere yönelme olduğunu gösterir.

Aslında işin ilginç yanı yaratıcılığın hem hasta bireylerde hem de bipolar hastalığı olmayan birinci dereceden aile yakınlarında gözlenmesi, buna karşın ne tek uçlu depresyonu olan hastalarda ne de bu hastaların sağlıklı aile yakınlarında gözlenmiş olmasıdır. Bipolar bozukluğun yüksek düzeyde kalıtsallığı olan bir hastalık olduğu göz önünde bulundurulursa (% 80- 85), yaratıcı kişiliğin psikopatlojiden çok özellikle bipolar bozukluğa bağlı olduğu daha net olarak anlaşılır. Bu ilişkiyi bu durumda nasıl açıklayabiliriz? 

Konu üzerine yürütülen farklı genetik çalışmalardan edinilen temel sonuç yaratıcı mesleğe sahip olma olasılığının en çok bipolar bozukluğu olan hastalarda ve bu hastaların sağlıklı ve birinci dereceden yakınlarında gözlenmesi ve hasta bireylere genetik yakınlığın mesafesi arttıkça bu olasılığın seviyesinin azalmasıdır. Bu durum, yaratıcılık ve bipolar psikopatolojisinin aile içinde kuşaklar arası beraber transferinin (co-segregation) altında çevresel faktörlerden çok genetik faktörlerin yer aldığını gösterir. Bu noktada “Dengeleme Seçimi Hipotezi” (Balancing Selection Hypothesis) üzerine biraz konuşabiliriz. Bu genetik hipoteze göre, hastalarda ya da birinci dereceden aile yakınlarında var olan ve ruh hastalıklarına yakalanma riskini arttıran “duyarlılık genleri” aynı anda hasta bireyler ya da yakınlarının zindeliğini (fitness) arttırır; bu noktada yaratıcılık hastaya dengeleyici bir fayda sağlar. Öte yandan, hastalıktan dolayı çekilen acıdan bir anlam çıkarma ya da çekilen acıyı iyileştirme istemi de yaratıcılığı açıklar, böylesi bir durumda yaratıcılık hasta tarafından, hastalıktan kaynaklanan acıyı azaltmak amacıyla kullanılır. Yine konu üzerine yürütülen çalışmalar bipolar bozukluğu olan hastalarda yaratıcılığın genellikle manik dönemde kendini gösterdiğini belirtir.  Bu noktada bilişsel baskılanma (cognitive inhibition) sürecinden söz etmek konuyu daha iyi anlamaya yardımcı olabilir. Normal koşullarda birey dış dünyadan aldığı bilgileri bir süzgeçten geçirmek suretiyle sadece “o anki durum/konum ile ilgili” olan bilgileri işler; bu durum bilişsel baskılanma süreci ile olası kılınır. Buna karşın bipolar bozukluğu olan hastalarda özellikle hastalığın manik döneminde bilişsel baskılanma azalır ve birey o anki durum ile ilgili olan ya da olmayan birçok bilgiyi işleyerek farklı girdiler arasında bağlantılar kurma süreci gelişir. İşte bilişsel süreçlerdeki baskılanmanın azalması ya da tamamen ortadan kalkması yani “bilişsel baskılanma yitimi” (cognitive disinhibition) bipolar bozukluğun manik döneminde ortaya çıkan yaratıcılığın gelişiminde önemli bir yer tutar. Beyin görüntüleme çalışmalarında duygusal verilerin işlenmesinde önemli bir rolü olan amigdala bölgesi ile bu bölgenin işleyişini düzenleyen ön singulat korteks (anterior cingulate cortex) bölgesi arasındaki işlevsel bağlantının bipolar bozukluğu olan hastalarda hastalığın manik döneminde azaldığı gösterilmiştir. Bu bağlantının azalması amigdala üzerindeki kortikal kontrolü zayıflatır ve buna bağlı olarak amigdala aracılı duygusal uyarılara verilen yanıtın niteliği değişir ve şiddeti artar. Böylesi bir duygu yoğunluğu ve beraberinde korteks baskılanmasının kalkmasıyla gelen yoğun bilgi işleme süreci hastalığın manik döneminde gözlenen yaratıcılığı “kısmen” açıklar. 

Bipolar hastalığı ile mücadele ettiği yıllarda Virginia Woolf duygu durumunda yaşadığı sarsıntıların kendisine, başka bir şekilde mümkün olmayacak bir yaratıcılığın kapılarını araladığının farkındaydı. 1930 yılında arkadaşı Ethel Smyth’e yazdığı bir mektupta Woolf şunu ifade eder “Sizi temin ederim ki bir deneyim olarak, delilik, yabana atılmayacak dehşet bir şey. Buna rağmen hala, yazdığım şeylerin çoğunu bu deliliğin fışkıran ateşinde buluyorum. Bu ateş, deli olmayan aklın yaptığı gibi sadece damlacıklar halinde değil, şekillendirilmiş her şeyden fışkırır.”

Tiffany A. Greenwood. Positive Traits in the Bipolar Spectrum: The Space between Madness and Genius. Mol Neuropsychiatry. 2017 Feb; 2(4): 198–212.