27 Eylül sabahı başlayan Azerbaycan-Ermenistan çatışmasının artık bir savaşa döndüğü aşikar. Dönüp bakıldığında buna “14 Gün savaşı” ya da “40 Gün Savaşı” mı yoksa öncekilerle kıyaslanmayacak bir çatışma olmasından hareketle “II. Karabağ Savaşı” mı deneceğini, zamanla göreceğiz. Savaşın ikinci haftasına girildiğinde Rusya, Fransa ve ABD diplomatik ağırlıklarını ortaya koymaya başladı. Özellikle Moskova’nın ev sahipliğine hazırlandığı “Azeri-Ermeni Dışişleri Bakanları Görüşmesi” –gerçekleşebildiği takdirde- bu diplomatik ağırlığın sınırlarını gösterecek. Ancak savaş şimdiden daha önceki çatışmaların tamamından çok asker ve sivilin hayatına mal olmuş durumda.
ÇATIŞMALARIN AĞIR MALİYETİ
Karabağ ve çevresindeki bölgede 1994’te dondurulan savaşı 2008’de başlayan ve ortalama bir buçuk yılda bir yenilenen, ateşkes hattı boyunca karşılıklı ve kısmi askeri kabiliyet kullanılarak yürütülen çatışmalar izlemişti. 2008-2020 Temmuz arasındaki 13 kayda değer çatışmada iki taraftan toplam 500’ün üzerinde asker ve 50’nin üzerinde sivil yaşamını kaybetmişti.
Bu çatışmalardan en büyüğü 2-5 Nisan 2016’da yaşanmış ve ondan önceki ve sonraki 12 çatışmadan daha çok sayıda askerin yaşamına mal olmuştu. Halen sürmekte olan savaşta ise ilk 10 günde bu 13 çatışmanın toplam rakamları aşılmış görünüyor. Buradaki tüm rakamların tüm raporlardaki minumum sayıları baz aldığını da kayda geçelim.
Aliyev içeride sallanan koltuğunu uzun bir süre daha garanti altına alacak bir hamle yapmış görünüyor. Tam bir zafer değilse bile belirli sayıda vilayeti işgalden kurtarmadan durmaya niyeti olmadığı da aşikar. Batı yanlısı popüler bir halk hareketi ile iktidara gelmiş olan Paşinyan ise uluslararası destek olmadan ne mevcut konumu ne de kendi kişisel konumunu koruyabilecek gibi görünüyor. Bu bakımdan Aliyev belli bir ilerleme sağladıktan sonra yeniden ateşkese döndüğünde bile son 26 yıllık statüko değişmiş, daha güçlü bir el ile masaya oturmuş olacaktır.
Ancak –gerçekleştiği takdirde- masaya dönmenin yeniden çatışmayı dondurmak mı yoksa gerçek bir barış ve çözüm için zemin oluşturmak anlamına mı geleceği hayli tartışmalı. Bu sorunun yanıtı Karabağ sorununun bileşenlerine nasıl yaklaşılacağına bağlı.
İÇ İÇE AMA İKİ AYRI KARABAĞ SORUNU!
Konunun hem Azeri ve Ermeni tarafları, hem uluslararası toplum hem de Türkiye kamuoyunda tartışılma biçimlerine bakıldığında sorunun toptancı bir düzeyde ele alındığını görmek mümkün. Karabağ Sorunu denen olayı en azından iki temel düzeyde ayrıştırmadan konuşmanın çözümden çok çözümsüzlüğe hizmet ettiğinden hareketle bu yazı, konunun birbiri ile ilgili iki ayrı boyutunun altını çizmeye çalışacaktır. Evet Karabağ sorunu tek bir sorun değildir.
Karabağ sorunun birinci boyutu etnik Ermenilerin ağırlıkta olduğu Azerbaycan Cumhuriyeti’ne bağlı Dağlık-Karabağ Özerk Vilayeti’nin (Oblast) self-determinasyon (kendi kaderini belirleme) hakkı ve bunun egemenlik sınırlarına ilişkindir. Karabağ Ermenileri Artsah Cumhuriyeti adıyla bağımsızlık ilan etmiş ve bunu tartışma dışı tutuyor durumdalar. Artsah’ı henüz resmen tanımasa da Ermenistan bu tezin arkasında duruyor. Azeriler ise özerk vilayet olarak kalmasına sıcak bakan azınlık ve hiçbir düzeyde özerkliği tartışmak istemeyen çoğunluk olarak ikiye ayrılıyorlar.
Sorunun ikinci boyutu ise 1991-94 savaşı sürecinde Ermeni güçlerin kontrolleri altına aldıkları ve o tarihte nüfusunun yüzde 97’si Müslüman olan 7 vilayet (Rayon) ile ilgili, daha doğrusu bu 7 vilayetin işgali ile ilgilidir. Azerbaycan tarafı burasının koşulsuz geri verilmesini yani işgale son verilmesini istiyor. Ancak bunu isterken çoğu zaman kullandığı toptancı dil Azeri tarafının sadece 7 vilayetin işgaline son vermekle sınırlı kalmayacağı, Karabağ ahalisinin toprakları üzerindeki kontrollerine de son vermeyi amaçlandığına işaret ediyor. Nitekim Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin son günlerinde Ayaz Muttalibov’un imzası ile 1991 Kasım’ında Karabağ’ın özerkliği Azerbaycan Milli Meclisi’nce lağvedilmişti. Bu karar Karabağ Ermenilerinin 1988 Şubatı’nda tek taraflı olarak Ermenistan ile birleşme kararına mukabele olarak alınmış bir karşı karar idi. Bugün Azerbaycan Cumhuriyeti Anayasası’nda Karabağ’ın özerkliğine ya da statüsüne ilişkin hiçbir hüküm mevcut değildir.
Görüldüğü gibi bir yanda işgal sorunu diğer yandan özerklik hakkı ile ilgili iki sorun iç içe geçmiş durumda. Bu bakımdan sorunun iki düzeyinin ayrıştırılmasında büyük yarar var.
TERİTORYAL MİLLİYETÇİLİĞİN AĞIRLIĞI: ERMENİSTAN VE AZERBAYCAN'IN TEZLERİ
Azerbaycan için Şuşa başta olmak üzere Karabağ’da yer alan birçok şehir tarihsel ve kültürel kimliklerinin ayrılmaz bir parçasıdır. Çok eski tarihsel verilerle tartışmayı seven biz doğu halklarının “mekanın ilk sahibi” olmakla övünme yarışımızdan Azeriler de Ermeniler de muaf değil. Sonu gelmek bilmeyen farklı tarihsel verilerle toprak üzerinde hakimiyet iddiaları...
Bu tür iddialar bu yazının sınırları zorlayacağı için değil politik olarak anlamsızlaşan bir yanlışı yeniden üreteceği için en eski sahibi kim sorusunu ele almayacak sadece çok kısa birkaç notla nüfus sayımlarının yapıldığı son iki yüzyıllık reel durumu baz alarak devam edeceğiz: Bölgede 19 yy. ilk çeyreğinde (1832) yapılan ilk nüfus sayımında Ermenilerin daha geniş olan Karabağ sınırlarındaki ağırlığı %34 iken 1915 devamında bu denge tersine dönmeye başlamıştır. SSCB bünyesinde idari harita şekillendiğinden bu yana Azerbaycan’ın özerk Karabağ vilayetinde ağırlık etnik Ermeniler’de olmuştur. Ayrıca Karabağ ile Ermenistan arasındaki Azerbaycan vilayetlerinde ciddi sayıda Müslüman Kürt ve daha az sayıda Ezidi Kürt meskun idi. Çatışmalar başlamadan önceki son Sovyet verileri ile bu Kabaca %75 Ermeni %20 Azeri ve %5 diğer etnik gruplar biçiminde idi.
Azeri tarafına göre, bölgenin nüfusu Çarlık Rusyası ve daha sonra Sovyetler Birliği yönetimlerince etnik mühendislik yapılarak değiştirilmiştir. Üstelik toprak ve egemenliğe ilişkin uluslararası hukuk prensipleri de Bakü’ye Karabağ üzerinde tam tasarruf sağlamaktadır. Bu görüşün maksimalist yorumuna göre Karabağ’ın bağımsızlığını müzakere etmek bir yana özerk vilayet statüsü bile tanınmamaktadır.
Ermeni tarafındaki maksimalizmde ise sadece Karabağ değil etrafında bulunan ve şu anda işgal altında olan topraklar da Ermeni yurdu olarak görülmektedir. Karabağ’ın maksimalist tezlerine göre Azeriler sadece Karabağ’ın bağımsızlığını değil, işgal edilmiş toprakların önemli bir kısmındaki Ermeni hak iddialarını da kabul etmelidir.
Görüldüğü üzere bu iki tezin değil barışabilmesi, müzakere masasına oturması bile mümkün değildir.
Ancak iki tarafın da tümüyle bu maksimalizme teslim olmadığını kaydedelim. Şimdi barış planları konuşmaya çok uzak görünseler de aslında yeni dengeler için de buna derhal başlamak dışında bir çıkışları da yok. 1999’da baba Aliyev ve Koçaryan teritoryal düzenleme ve yer değiştirmeleri içeren “Goble Plan”ında anlaşmaya yakınlaşmış idiler. Bu plana göre, Azerbaycan, Ermenistan ve Karabağ arasında Laçin Koridorunu açacak, karşılığında da Nahcivan ile Azerbaycan ana ülkesi arasında Megri koridoru açılacaktı.
Batı ülkeleri, Rusya’nın etki alanını bu sayede güneyden Avrupa-Anadolu-Kafkaslar ve Orta Asya’ya uzanacak bir hat ile sınırlandırmak adına 1990 ortalarına kadar bu yaklaşıma yakın idiler. Türkiye hem özgül çıkarları hem de parçası olduğu Batı ittifakının ona verdiği destek çerçevesinde Rusya’yı fazlaca ürkütmeden kısık tonda bu tezi işliyordu. Ancak bu yaklaşım saha da hayat bulmadı.
Ermenistan’ın İran ile sınırını kaybetme kaygısı, içerdeki milliyetçi basınç, Azerbaycan içindeki milliyetçi basınç ama en önemlisi Rusya’nın Ermeni tarafına yaptığı çözümsüzlüğü sürdürme baskısı nedeniyle Goble Planı berhava olmuştur. 1999-2000 bandında canlanan bu plan aslında daha sorunun ciddi düzeyde silahlı çatışmaya dönüştüğü Nisan 1992’de Turgut Özal tarafından baba George Bush döneminde Jim Baker ile Oval Ofis görüşmesinde de dile getirilmiş idi. Türkiye tarafı da Özal-Demirel-Ecevit ve hatta şimdi Erdoğan dönemlerinde bu plana stratejik nedenlerle sıcak baksa da açıkça hiçbir zaman dillendirmemiş ama karşısında da konuşmamıştır.
BARIŞ MÜMKÜN!
İşgal altındaki 7 vilayetin derhal ve koşulsuz Azerbaycan’a bırakılması ne kadar meşru bir talep ise Karabağ halkının gelecekleri üzerindeki söz hakları ve SSCB Anayasası ile garanti altına alınmış siyasi haklarını korumaları da bir o kadar meşrudur. Bu meşruiyet’in sınırları yani bağımsızlık ya da ne türden bir özerklik olacağın konusu elbette müzakere edilebilecek bir konudur.
Ermeni tarafının 7 vilayetten çekilme iradesini beyan etmesi, Azeri tarafının ise Karabağ Özerk Vilayeti’nin özerkliğini koruyup buradaki halkın haklarını muhafaza edeceğine dair irade beyanı bütün sorunlara karşın masaya oturmaya yetecektir. Sonrası elbette zorlu olacaktır ama savaşsız bir çözümün yolunu açabilecek bundan başka sihirli bir formül de yoktur.
Keza müzakerelerin silah tüccarı emperyalist devletlerin arabuluculuğundan kurtarılması ve örneğin Birleşmiş Milletler Genel Sekreterinin atayacağı özel temsilci aracılığıyla iki halkı arasında doğrudan müzakerelere geçilmesinin de barış için önemli bir zemin sağlayacağı gözden Irak tutulmamalıdır.
Bu çerçevenin daha barışçıl bir süreç için “realist” de olsa barışçıl bir zemin sağladığını, gerçek bir barış için ise daha fazlasına ihtiyaç olduğunu belirtmeden de geçmeyelim. Sınırsız bir dünya için sınıfsız bir dünya şarttır.
Halklar konuşmaya başlayıp, ortak çıkarları ve gelecek planları yeni nesillerin kalplerine yolculuk yapmaya başladığında üzerinde yaşadığımız topraklara üzerinde sadece tek bir grubun tartışmasız bir mülkiyet hakkı iddiasında bulunmadığı başka bakış açılarına yer açılacaktır. Herkesin, her milletin ortağı olduğu dünya topraklarında bir arada yaşamanın sayısız başka yolu olduğu görülecektir.